Bugüne kadar Mete, Attila, Hülagü ve Sulu Kağan (Suluk Çor) ile ilgili çok şeyler yazılıp çizilmiştir.
Tarihimizin bu önemli hükümdarları hakkında sürekli olarak “Zalim miydiler, yoksa düzen koyucu kahraman mıydılar?” şeklinde tartışmalar olmuştur.
Yine aynı şekilde Osmanlı, Selçuklu, Babür, Cengiz, İlhanlı ve Timur imparatorlukları için sıklıkla yapılan “işgalci, sömürgeci” benzeri yakışıksız ithamlar da mevcuttur.
Aslında bütün bu sorulara verilecek yanıtın hangi ulusun bakış açısıyla oluştuğunu doğru irdelemek lazımdır. Zira tarihin gördüğü bu kudretli hakanlara ve imparatorluklara dönük ortaya sunulan tezlerin kaynağı oldukça önemlidir. Öyle ya, her millet için, her medeniyet için doğru da eğri de aynı değildir. Türklerin övünç kaynağı olan şahsiyetler ve imparatorluklar, bir başka ulus için olumlu bir imaja sahip olmayabilir.
Mesela sırf devletin bekası için kendi babasından bile vazgeçebilecek dirayeti ortaya koyan, düşman Çin’e karşı Oğuz boylarında siyasi birliği sağlayan, boy itaatsizliklerine göz açtırmayan ve bütün bunların üzerine Türk tarihinin ilk düzenli askeri birliğini kurarak Çin’e kabuslar yaşatan ve yıllık vergiye bağlayan efsane Türk hakanı Tanrıkut Mete Çinlilerin iyi anacağı, saygı göstereceği bir tarihi figür olmayıp elbette ki Çinlilerin gözünde zalim ve gaddar olarak nitelendirilen bir nefret figürü olacaktır.
Yine Batı dünyası Avrupa’da Türklük kasırgası yaratmasından ve Papa Leon'un ayağına kadar gidip yalvardığı kudretli bir serdar olmasından ötürü “Tanrı’nın Kırbacı” olarak nitelendirdiği Attila için elbette ki iyi bahsetmeyecektir. Attila’nın ismini her duyduklarında elbette ki tüyleri ürperecektir.
Yine maddi medeniyet alanında Uygurlardan ve içinde kalabalık Müslüman Türklerin bulunmasına rağmen İslami karakterde bir devlet olmayan, fakat bünyesindeki farklı inançtan halkların inançlarına karışmayarak din özgürlüğünü sağlayan, liyakat, ticaret güvenliği gibi uygulamalarıyla tüm cihana örnek oluşturan tarihin en büyük imparatorluğu olan yazıya geçirdiği töre ile kanun koyucu olarak da nam salan Cengiz İmparatorluğu'nun askeri doktrini sıklıkla başka milletlerce “gaddarane olmakla” eleştirilse de Türk tarihinde önemli bir yeri bulunmaktadır.
Hülagü Han'ı incelersek kendisi Bağdat istilasından ötürü eleştirilip “İslâm düşmanı” olarak nitelendirilse de dünyanın en kanlı terör örgütü olan ve uzun yıllar başta Selçuklular ve Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi olmak üzere Türk ve İslam tarihinin önemli aktörlerini çok uğraştıran Hasan Sabbah'ın elebaşlığını yaptığı Haşhaşilerin kökünü kazıma şerefi Hülagü Han’a nasip olmuş, Müslümanların başına bela olan Hasan Sabbah'ın kurduğu Batınî İsmaili Devleti'ni ve Alamut Kalesi’ni tarihten silen de Hülagü Han olmuştur.
Ayrıca Hülagü Han’ın son nefesinde iken Hristiyanlığa inanan eşi Dokuz Hatun'un ruhunun dinlenmesi için dua edilmesine izin istemesine karşı dua yerine yoksullara sadaka verilmesini, vergilerin indirilmesini rica ettiğini de belirtmiş olalım. Bu tavrı dünya tarihinde ortaya koyabilen hükümdar çok nadir görülmüştür.
Suluk Çor'a, yani Sulu Kağan’a gelince kendisi Türgiş Devleti'ne en güçlü dönemini yaşatmış, Türkistan'da o süreçte güçlü bir siyasi birliğin olmayışını fırsat bilip fethettiği yerleri her geçen gün biraz daha genişletmekte olan Emevîlere karşı askeri zaferler elde ederek Türkistan'daki Arap ilerleyişini durdurmuştur. Bu gözüpek Türk hakanı karşısında tutunamayan Araplar, Sulu Kağan'ı “Ebu Mezahim” olarak, yani “zahmet verenlerin, zıt gelenlerin babası” olarak nitelendirmişlerdir. Hakeza Çin kaynakları da Sulu Kağan için pek iyi şeyler yazmaz çünkü Sulu Kağan, Türkistan'ın Araplaşmasını engellediği kadar Çinlileşmesini de engellemiştir. Zaten bir müddet sonra Çinlilerle işbirliği yapan Baga Tarkan tarafından öldürülür.
Bunların dışında Türk tarihi açısından Suluk Çor’un önemine bakacak olursak Kök Türkler çöküş aşamasında olduğundan beri güçlü bir siyasi birliğe hasret olan Türkistan'da yeniden istikrarlı bir yönetimi de Sulu Kağan'ın hükümdarlığındaki Türgişler tesis etmiştir.
Yani kısacası Mete, Attila, Cengiz, Hülagü ve Suluk Çor yasa yapıcı ve düzen kurucu birer kahramanlardır. Bunların tarih camiası tarafından “tahribat” olarak nitelendirilegelmiş politikaları nasıl olur da yağmacı Emevîlerin, istilacı Haçlıların, işgalci Perslerin, gözü doymayan Makedonyalı İskender'in yaptıkları telefatlarla kıyaslanabilir?
Bir defa Türkler savaştıkları hiçbir düşmana karşı kalleşliğe başvurmamışlar, mertçe savaşmışlardır ki asırlar sonra Çanakkale hücumunda “Almanlar kullandıkları zehirli gazdan Türklere de verebilirler.” endişesiyle mühimmatı içinde gaz maskesi bulunduran İngilizleri yanıltan bir gelişme olmuş, Almanların ısrarlarına karşı direnerek düşmana karşı bile olsa zehirli gaz kullanmayacak kadar dürüst savaşçılık nasıl olurmuş tüm cihana öğretmiştir Türkler…
Dahası Türkler savaşçı olmasına rağmen katliam yapmayıp düşmanının bile yarasını sarmıştır. Nitekim Çanakkale'deki Kanlısırt mevkiinde çatışmaların arşa çıktığı bir esnada yaralanan bir Anzak ordu mensubunu gören Türk siperindeki bir Mehmetçik beyaz bir mendil sallayarak ateşin kesilmesini sağlamış, yaralı Anzak mensubunu hemen kucaklayıp düşman mevzisine bırakarak kendi mevzisine geri dönmüştür ki o an “Mehmetçiğe Saygı Anıtı” ile ölümsüzleşmiştir. Bu da Türklerin mertçe savaştığının somut bir göstergesidir.
Öte yandan eğer Mete, Attila, Cengiz, Hülagü ve Suluk Çor'un icraatları için “gaddarlık, tahribat yapma” gibi değerlendirmede bulunulduğu takdirde yağmacı Emevîlerin, istilacı Haçlıların, işgalci Perslerin, gözü doymayan Makedonyalı İskender'in tarihe mal olan ve hiç de insancıl sayılmayacak olan politikalarının yanında Mete, Attila, Cengiz, Hülagü ve Suluk Çor'un yaptıkları kesinlikle hiç kalır. Çünkü Emevîlerden Haçlılara, Perslerden İskender’e kadar bu saydığımız aktörler karşı koyan, ihanet eden ve savaşla alınan şehirleri yıkıyorlardı. Hele ki Emevîlerin Talkan ve Cürcan'da Türgişlere, Derbend’de de Hazarlara destek veren şehir sakinlerinin canına nasıl okuduğu ve böylelikle mevali politikasını dibine kadar uygulayarak büyük insan hakları ihlalleri yaptıkları malumdur ki bu yapılanların ne farkı vardır Srebrenitsa'da Milosevic’in, Halepçe'de, Enfal'de, Duceyli'de, Erbil’de, Altınköprü'de Saddam'ın, Dera'da, İdlib'de, Hama'da Esed'in yaptıklarından? Daha da mühim olanı Mısır'ın yerli halkı, bildiğimiz gibi Arapların hakimiyetine girmeden önce Arap değil, Kıptiydi. Fakat Araplar Mısır'ı “Biz İslâm için cihat ediyoruz.” sloganlarıyla zaptedince Koptça da Kıptilik de tasfiye edildi, böylelikle Mısır'a Arap dili ve kültürü egemen oldu.
Kaldı ki bugün İspanyolca'nın bir lehçesi olan Aljamia'da fazla miktarda Arapça kelime bulunmakta olup Aljamia'nın fonetiği Arap dilinin fonetiğine çok benzemektedir. Yani Endülüs vesilesiyle İber Yarımadası'nda Arap-İslam hakimiyetinin başlamasından sonra orada bile Arapça'dan izler kalmıştır.
Ancak Türkistan çetin ceviz çıkmış, Emevîlerce yürütülen pan-Arabist dil ve kültür emperyalizmine büyük bedeller ödeme pahasına başta Kök Türkler, Hazarlar, Türk Şahileri ve hiç şüphesiz ki Türgişler olmak üzere Türklerin gösterdiği direnişle Türk töresinin Emevîlerce başlatılan tasfiye girişimleri çöpe atılmıştır. Yani Mısır'daki Kıpti dili ve kültürünün yaşadığı akıbeti asla Türk dili ve kültürü yaşamamış, günümüze kadar gelebilmiştir.
Her şey bir kenara eğer Türk hakanları ve imparatorlukları gerçekten acımasız, haşin, gaddar olsalardı, hakikaten dünyaya kan kustursalardı şu an bütün dünyada küresel dil olarak herkes İngilizce değil, Türkçe öğrenmek zorunda kalmaz mıydı?
Unutulmasın ki, eğer bugün uluslararası kamuoyu İngilizce'yi küresel dil görüp öğrenmeye çalışıyorsa bu, öyle İngilizce'nin zengin bir dil olmasından ziyade İngiltere'nin “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak anılmasına vesile olacak olan sömürgeci mazisinden kaynaklanmaktadır. Bu durum yalnız İngilizce için değil, tıpkı İngilizce gibi Birleşmiş Milletler'in resmî dilleri arasında yer alan Fransızca, Arapça ve Rusça için de geçerlidir. Fransızların sömürgeci geçmişi, Arapların Emevî devrinde, Rusların da Çarlık ve Sovyet dönemlerinde hakimiyetlerine aldıkları farklı etnik kökenlere dönük asimilasyon politikaları gün gibi ortadadır.
Gelgelelim Cengiz’den Osmanlı’ya, Timur’dan Selçuklu’ya hatta İlhanlı’ya kadar Türkler tarafından kurulan bütün imparatorlukların asırlarca bulunduğu toprakları adaletle yönettiğini, dünya medeniyetlerine örnek olan işlere imza attıklarını tarih ortaya koymuştur. Eğer tam tersi olsaydı çoğu sömürgesini ve nüfuzu altındaki yeri kaybetse de İngiltere, Fransa ve Rusya gibi veto ettiği kararların yürürlüğe girmediği bir Türkiye'den bahsediyor olurduk. Eğer Türkler zalim, gaddar olsaydı Türkçe bugün İngilizce, Fransızca ve Rusça gibi Birleşmiş Milletler'in resmi dillerinden birisi olurdu.
Nitekim 2018 yılında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, gerçekleştirmiş olduğu Cezayir seyahati esnasında bir gazetecinin kendisine yönelttiği, “Türkler burayı işgal etmedi mi?” sorusuna, “Eğer öyle olsaydı siz bu soruyu bana Fransızca değil, Türkçe soruyor olurdunuz.” diye cevap vermesi Türklerin işgalci ve sömürgeci olduğu iddialarını çöpe atmak için yeterlidir.