Bir zamanlar, eski Çin’de, yoksul mu yoksul bir adam açlıktan bitap düşmüştü. Midesi günlerdir doğru dürüst bir lokma görmemiş, dizlerinin bağı çözülmüştü. Sonunda dayanamadı; bir pazar yerinde, tezgâhtaki parlak, sulu bir armudu gizlice aldı ve hemen oracıkta yedi.
Fakat hırsızlık gizli kalmadı. Yakalandı, bağırış çağırış arasında sürüklenerek İmparator’un huzuruna çıkarıldı. Sarayın büyük salonu, ağır sütunları ve sert bakışlı görevlileriyle insanın içini ürpertiyordu.
Adam, İmparator’un heybetli yüzünü görünce dizlerinin bağı çözüldü. Başını eğdi, titreyen bir sesle konuşmaya başladı:
— Değerli efendim… Çok açtım. Dayanamadım, çaldım ve yedim. Beni affetmeniz için yalvarıyorum. Eğer affederseniz, size paha biçilemez bir armağanım olacak.
İmparator dudaklarını büküp küçümseyerek sordu:
— Senin gibi birinde paha biçilemez ne olabilir ki?
Yoksul adam, avucunun içini açtı. Elinde küçük bir armut çekirdeği vardı.
— Majesteleri, dedi, bu çekirdeği ekerseniz, bir gün içinde altın meyveler veren bir ağaç yeşerdiğini göreceksiniz.
Salondakiler arasında şaşkın mırıldanmalar yükseldi. İmparator kahkahayı bastı:
— Öyle mi? O halde ek bakalım! Altın meyveleri görünce seni affederim, dedi.
Yoksul adam başını salladı:
— Haşmetlim, dedi, bu tohumu ben ekemem. Çünkü ben bir hırsızım. Ömründe hiç çalmamış, kimseye haksızlık etmemiş, yalan söylememiş biri ekmelidir bu tohumu. Ancak o zaman tohum gücünü gösterir. Aksi takdirde tohumu ekeni zehirler, tarif edilemez acılarla öldürür… Kralım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz.
Salonda bir anda derin bir sessizlik oldu. İmparator’un yüzündeki gülümseme söndü. Hafifçe irkildi, kaşlarını çattı. Bir süre düşündü, sonra hırçın bir sesle:
— Ben İmparator’um, bahçıvan değil! dedi. O tohumu vezire ver, eksin de altın meyveleri görelim.
Yoksul adam tohumu vezire uzattı. Vezir, yüzü sapsarı kesilmiş halde, telaşla İmparator’a döndü:
— Haşmetlim, ben ekim biçim işlerinde pek beceriksizim. Sihirli tohumu ziyan ederim. Bence bu tohumu hazinedar başı eksin, dedi.
Tohum bu kez hazinedar başına uzatıldı. Hazinedar başı da ter içinde kaldı; elleri titredi, sesi kısıldı:
— Efendimiz, ben hesap kitap işlerinden anlarım, topraktan değil. Böyle önemli bir işi üstlenir, yanlış yaparsam büyük günah olur. En iyisi, işi vezir üstlensin, diye mırıldandı.
Derken oradaki komutanlar, kâtipler, diğer devlet görevlileri… Her biri sudan bahanelerle sırayla bu görevden kaçmaya başladı. Kimisi “Eli toprağa yatkın olmadığını”, kimisi “Yanlışlıkla tohumu zedelemekten korktuğunu”, kimisi de “Bu yüce işi daha layık birinin yapması gerektiğini” söyledi.
Saray salonuna ağır bir sessizlik çöktü. Yoksul adam susuyordu. Herkes, birbirinin yüzüne bakıyor ama kimse ileri adım atamıyordu.
İmparator, bu sessizlik içinde etrafına dikkatle baktı. Önce vezire, sonra hazinedara, sonra da diğer görevlilere gözlerini dikti. Her birinin yüzünde aynı şey vardı: korku ve suçluluk.
Sonunda derin bir nefes aldı ve hafifçe gülümsedi:
— Peki öyleyse, dedi. Hadi bakalım… Bu “hırsız” bahçıvana, tohumun nasıl altın meyve verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim.
Cebinden bir altın çıkardı, yoksul adama doğru fırlattı. Sonra da yüksek sesle:
— Hepiniz! Ceplerinizden birer altın çıkarıp bu adama verin, diye buyurdu.
Hiç kimse itiraz edemedi. Herkes sessizce, sanki kendi günahını örtmeye çalışır gibi ceplerinden birer altın çıkarıp yoksul adama verdi. Kısa sürede adamın önünde küçük bir yığın altın oluştu.
İmparator gülerek:
— Bas git şimdi buradan be adam, dedi. Bugünlük bu ders hepimize yeter.
Yoksul adam, hem şaşkın hem minnettar bir halde altınları toplayıp saraydan uzaklaştı. Arkasında, yüzleşmekten kaçınan, ama içten içe kendi içindeki “çekirdek” ile baş başa kalan bir saray bıraktı.
Hikâye burada biterken, geriye şu soru kalır:
Ortalığın toz duman olduğu şu günlerde,
bu tohumu ekecek kadar temiz kimseler var mıdır sizce?..