Utkan Uğur

Tarih: 20.11.2025 10:44

Batı İçin “Geleneksel Müttefik”ten İhtiyaç Duyulmayıp Giderek “Açık Hedef”e Dönüşen Türkiye

Facebook Twitter Linked-in

Son yıllarda biraz çevremizdeki jeopolitik gelişmeleri hem gözden hem de akıl süzgecinden geçiren herkes ABD ve Avrupa devletlerinin Türkiye’siz denklemler kurup gerek Avrupa kıta güvenliği gerekse Doğu Akdeniz bağlamında Türkiye’siz bir gelecek alternatifini ciddi ciddi ortaya çıkarma gayretinde olduğunu görecektir.

 

Öyle ki, ABD ve Avrupalı müttefikleri Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin yer almadığı bir savunma hattı kurmaya çalıştığı gayet açık ve net biçimde ortada olan bir durum. Yine Doğu Akdeniz’in altında büyük bir enerji potansiyelinin yattığı sağır sultanın dahi malumudur artık. Bölgede, enerji barındıran münhasır iktisadi bölgelerin sınırlarının nasıl çizileceği konusunda yaygın uzlaşmazlıklar mevcut oladursun burada Türkiye neredeyse de-facto muamelesi görerek deyim yerindeyse dışlanıyor. Özellikle de başta Yunanistan, Mısır, Güney Kıbrıs ve İsrail olmak üzere Türkiye’yi kaale almadan denizi nasıl bölüşeceklerini belirleyen yabancı devletler, Türkiye’nin bunun hukuk ve hakkaniyete uygun olmadığına ilişkin itirazlarını görmezden gelmişlerdir. Farklı bir harita tekniği kullanarak münhasır iktisadi bölgelerin sınırlarını değiştirmeyi öngören ve sürece Libya’yı da katan Türk önerisiyse hala Libya parlamentosunun onayını beklemektedir ve halen kesinleşen bir durumdan bahsetmek söz konusu dahi değildir.

 

Diğer yandan Türkiye’yi daha yakından ilgilendirmesi gereken gelişme Kıbrıs Rum Kesimi’nin gerek araştırma gerek güvenlik operasyonları açısından bir merkeze dönüşmesidir. Fransa’ya ek olarak, kısa bir süre önce ABD de Güney Kıbrıs’ı Doğu Akdeniz’deki varlığını sürdürmek için bir üs olarak seçmiştir. Enerji aramalarına ilişkin operasyonlar da buradan desteklenmektedir. Ayrıca, Rusya’nın Suriye’de yeniden sürekli bir deniz üssü kazanma girişimlerine de bölgede güçlü bir Atlantik varlığıyla da karşı konulmuş olacaktır ki Rusya, Suriye’de yeniden sürekli bir deniz üssü kazanma girişimlerinde bulunurken ABD’nin buna cevabı Suriye’de üs kurmak oldu. Yani belli, Rusya nerede olursa karşısına da Batılı rakipler dikilecek. Rusya’ya hiçbir yerde at koşturmamakta kararlılar.

 

Bütün bunlar olurken Türkiye, Azerbaycan doğalgazı ve bir miktar Kazakistan gazına ek olarak açacağı bir enerji koridoru ile kısa vadede Rus doğalgazını, belki de uzun vadede İran doğalgazını kendi toprakları üzerinden Avrupa’ya sevk ederek bir doğalgaz merkezi olma hesapları yapadursun ABD, Doğu Akdeniz’de çıkan gazı Yunanistan üzerinden sevk konusunda ısrar ediyor ve diğer yandan Avrupa’nın Rus doğalgazına bağımlılığını azaltması konusundaki telkinler yapıyor.

 

Öte yandan Karadeniz’de de vaziyet çok farklı değil. Türkiye’ye Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin bu denize sokacakları donanmanın gücünü ve konukluk süresini tanımlama gücü ve imkanı tanıyan Montrö Boğazlar Sözleşmesi olsa da olmasa da Karadeniz’de kıyısı olmayan ülkelerin bu denizde Türkiye’nin izin vermesine lüzum olmaksızın istediği kadar konuk olabilen, hatta kalıcı olma iddiasında da bulunabilen durumda olacakları yeni bir jeopolitik koşulu ortaya çıkarma üzerine çalışıyor ABD ve Avrupalı müttefikleri…

 

Yani öyle bir yeni jeopolitik koşul meydana getirmek istiyor ki ABD ve Avrupalı müttefikleri, Montrö sayesinde Karadeniz’e geçişlerde kilit aktör olan Türkiye’yi by-pass edip Karadeniz’de serbestçe dolaşım hakkı elde edebilmek ve bu denizde istediği kadar konuk olabilme, hatta kalıcı olabilme hesapları yapıyor.

 

Nitekim bu amaç doğrultusunda SSCB dağıldıktan sonra Varşova Paktı üyesi olmaları münasebetiyle Sovyet müttefiki olan Bulgaristan ve Romanya NATO’ya ve AB’ye alınarak Montrö ile ipleri elinde tutan Türkiye’ye ihtiyaç duyulmayacak bir denklemin inşası gerçekleştirilmeye çalışılmıştır ABD ve Avrupalı müttefikleri tarafından…

 

Her ne kadar düz mantıktan bakıldığında Batı’nın Türk boğazlarını kullanarak Karadeniz’e egemen olması ve Rusya’yı güneyden kuşatması böylece zorlanıyor gibi bir görüntü ortaya çıksa da, böyle bir kanaat meydana gelse de NATO, özellikle ABD güvenlik alanında zorluk yaşamaya alışkındır. Kaldı ki, Rusya’nın Karadeniz’de etkin bir deniz gücüne sahip olmadığı da son birkaç yılda meydana gelen yeni gelişmelerle ortaya çıkmış durumdadır.

 

Bütün bunlara ek olarak şunu da bilmek lazımdır ki, Soğuk Savaş yıllarında ve sonrasında Ortadoğu’daki işgalleri esnasında topraklarımızda üsler konuşlandıran ve Türkiye’yi Doğu Bloku’na karşı bir nüfuz alanı ve ileri karakol olarak gören ABD, 1950’li yıllarda İncirlik Üssü ile başladığı Türk topraklarında konuşlanma politikalarına 2012 senesinde İran’a karşı İsrail’i korumak için Malatya’da yapılan Kürecik Radar Üssü ile son verdi. Kürecik Radar Üssü’nün hayat bulması, ABD için Türkiye’ye bakış noktasında bir dönüm noktasıydı zira o tarihten sonra ABD, Türk toprakları içerisinde bir daha yeni askeri üsler konuşlandırmadı ve topraklarımızdaki askerî varlığını da her geçen yıl kademeli olarak azalttı.

 

Öyle ki, Soğuk Savaş döneminde 20’yi aşkın tesiste faaliyet gösteren Amerikan kuvvetleri, bugün fiilen İncirlik Hava Üssü ve Malatya Kürecik Radar Üssü ile sınırlı bir hale gelirken 2010’ların ortasında 5 bin civarında olan İncirlik’teki ABD asker sayısı 1500’ün altına düştü ve aslında Amerikan yönetimi özellikle 2014 sonrası İncirlik’i “sınırlı erişimli lojistik üs” statüsüne indirdi. Buranın tabutuna çakılan son çivi de İncirlik’te bulunan operasyonel birimlerin çoğunluğunun dibimizdeki şımarık Yunanistan’ın topraklarında bulunan üslere kaydırıldı. Kürecik’teki erken uyarı radarı hâlâ NATO sistemine entegre olsa da içinde halihazırda yalnızca 50 ABD personeli görevli durumda. Öte yandan Konya’daki 3. Jet Ana Üssü, tatbikatlarda AWACS’lara ev sahipliği yaparken NATO’nun İzmir’de bir de Kara Komutanlığı merkezi var. NATO’nun İzmir’de bir de Kara Komutanlığı merkezi bulunmakla birlikte en son 2011’deki Libya bombardımanında kullanıldı. Türkiye’deki askerî varlığını azaltmakla da yetinmeyen ABD, artık Türkiye’ye dönük adeta düşmanca bir tavırla çevreleme politikası izlemeye başladı.

 

Yani ABD, esasen Türkiye ile ilgili tarihsel olarak İncirlik merkezli olmak üzere Türk topraklarında geleneksel olarak askeri nüfuz sahibi olma modelinden uzaklaşıp Türkiye ile ilgili bir konsept değişikliğine gitti. Türkiye’deki askeri varlığını 2014’ten itibaren istikrarlı olarak azaltan ABD, artık yeni konsepte göre Türkiye’nin sınırları dışına çıkmak suretiyle Yunanistan-Kıbrıs-Gürcistan-Suriye-Bulgaristan-Irak-Zengezur eksenli adeta bir gerdanlığı andırırcasına yeni bir askeri konuşlanma modelini benimsedi.

 

Haritadan da anlaşılacağı üzere etrafımız Amerikan emperyalizmi tarafından kuşatılmış olup, Amerikan namluları Türkiye’ye doğru çevrilmiştir. Daha düne kadar topraklarımızı kendi nüfuz alanı olarak görüp topraklarımızda fink atan, havamızı soluyan, suyumuzu içen Amerikan conileri, şu an Türk topraklarına göz koymuş düşman aktörlerin topraklarından bize karşı diş bilemekle meşgul. Elbette ki bu süreç yukarıdaki satırlarımızda da belirttiğimiz gibi 2014’te Türk topraklarındaki Amerikan varlığının azalış sürecine girmesiyle başladı.

 

Şimdi hep birlikte adım adım gelişen bu süreci ele alalım:

 

2014’te ABD-Arap Koalisyonu, Hz. Ali’yi namaz kılarken şehit edip Muaviye bin Ebu Süfyan’ı da öldürmek isteyen ve “Amel imandan bir cüz’dür.” diyerek ibadet, amel etmeyenleri hedef yapan Haricî terör örgütünün fikrî devamı olan IŞİD/DEAŞ barbarlık çetesine dönük hava saldırıları düzenlemeye başlarken, daha bir süre önce Obama Irak’ın işgalini bitirdiğini duyurmasına rağmen IŞİD/DEAŞ bahanesiyle Kuzey Irak’ta Amerikan askerlerini yeniden konuşlandırınca Türkiye’deki ABD askeri varlığının bir kısmı buraya kaydırıldı.

 

Öte yandan Suriye’nin kuzeydoğusunda da Kürtlerin IŞİD/DEAŞ tehdidine karşı mücadelesine destek bahanesiyle burayı da dizayn etmeye başlayan ABD, Suriye’nin kuzeydoğusunda askerî üsler konuşlandırmış, Türkiye’deki askerî varlığından Irak’ın kuzeyine yaptığı kaydırmaları Suriye’nin kuzeydoğusuna da yapmış, ABD’nin Türkiye’deki askerî varlığında çok ciddi azalış olmuştur. Hakeza Kıbrıs’ın güneyinde de Rumları askerî üsleriyle kanatları altına alan ABD, Türkiye’den başka alanlara yaptığı asker kaydırma politikasını Güney Kıbrıs bağlamında da aynen uygulamıştır.

 

Üstüne bir de Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye dönük sabotajlar mevcut.

 

Özellikle Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetlerinde açıkça Yunanistan’la Güney Kıbrıs’a arka çıkan ABD, buralarda da Türkiye’nin karşısına çıkıyor. 1 asır önce Osmanlı’yı denizlerden uzaklaştırma politikası bugün Türkiye’ye karşı yapılmakta ve denizlerden uzaklaştırma politikası da Türkiye’yi çevreleme siyasetinin bir parçası konumunda.

 

Yani Türkiye, güneyden kara ve deniz ayrımı gözetmeden çevrelenmiş durumdadır.

 

Türkiye’nin güneyinde bunlar oladursun geçmişte Doğu Bloku’nda yer alan ve SSCB’nin müttefiki olan komşumuz Bulgaristan ve Romanya da NATO nüfuz alanına alınarak Türkiye’den bu ülkelere asker kaydırması yapıldı.

 

Yani artık ABD için ileri karakol Türkiye değil çiçeği burnunda bu yeni üye ülkeler olmuş, kuzeybatımız NATO’nun arka bahçesi haline gelmiştir. Bunlarla yetinmeyen ABD, Kafkaslar’da da kâh renkli devrimlerle kâh asker konuşlandırma yoluyla nüfuz alanlarına yenilerini eklemiş ve bugün itibariyle Gürcistan’da da ciddi bir askeri varlığa kavuşmuştur.

 

Kısaca kuzeyimiz Rusya dışında komple Amerikan emperyalizminin nüfuz sahasına dönüşmüştür.

 

Ve Türkiye’den sınırlarımız dışına asker kaydırmanın en büyüğünü burnumuzun dibindeki şımarık Yunanistan’a yapan ABD, başta Dedeağaç olmak üzere Yunan topraklarını askerî üsleriyle donattı.

 

Ama elbette ki geçmişte Doğu Bloku’nda yer alan ve SSCB’nin müttefiki olup da günümüzde NATO nüfuz alanına girmiş ülkeler komşumuz Bulgaristan ve Romanya ile de sınırlı değil ve Türkiye bu ülkelerle çevrelenirken Türkiye gibi çevrelenen başka ülkeler de var.

 

Zaten tarihsel olarak birlikte Batı dünyasının içinde yer aldığı ve Soğuk Savaş sürecinde ileri karakol olarak gördüğü ve sözde “stratejik ortak” diye pohpohlayıp gaza getirmeye çalıştığı Türkiye’ye dahi bugün hasmane denecek bir çevreleme siyaseti izleyen, 2014’ten beri Türk topraklarındaki askerî varlığını çeşitli mazeretlerle azaltarak Türk toprakları dışındaki düşman aktörlerin lehine yaptığı askerî kaydırmalar ve yığınak yaptığı silahların namlusuna hedef yapan ABD emperyalizmi, dayatmalarına boyun eğmeyen, itiraz eden hatta kafa tutan Çin, Sırbistan, İran ve Rusya’nın aleyhine de çevreleme siyaseti yapmaz mı?

 

Elbette yapacaktır ki ABD’nin izlediği politikalar bugün Rusya, İran, Sırbistan ve Çin’in şeytan, hatta haydut ekseni olarak görüldüğünün açık göstergesidir ki bu ülkeler de aynı Türkiye gibi adım adım çevreleniyor.

 

Öyle ki, Soğuk Savaş bitip de Doğu Bloku ve SSCB çökünce yalnızca Berlin Duvarı’nın yıkılıp da Doğu Almanya’nın NATO nüfuzuna katılması ABD’yi tatmin etmemiş, Doğu Almanya’nın ötesinde de genişleyip komşumuz Bulgaristan ve Romanya da dahil olmak üzere eski Doğu Bloku ülkelerini birer birer NATO şemsiyesi ne alıp hatta Soğuk Savaş sürecinde taraf tutmayan İsveç ve Finlandiya’yı da nüfuzuna sokarak Rus hudutlarına kadar gelen ABD, Rusya’yı çevreleme siyaseti gütmüştür ki aynı çevrelemeyi şu an Çin’e karşı da yapmaktadır. Japonya, Güney Kore, Filipinler ve Tayvan’a dönük Amerikan desteği işte bu amaca matuftur. Hakeza İran’ı çevreleme siyaseti de kuzeyden hem Zengezur’un kullanım haklarını alarak, hem de Orta Asya Türk cumhuriyetlerini İbrahim Antlaşmalarına dahil etmeye çalışarak, güneyden de Arap devletlerini İran’la korkutup devşirerek, doğuda Beluç kışkırtıcılığı yaparak ve Afganistan-Pakistan gerilimiyle istikrarsızlık pompalayarak, batıda da Azeri Türklerini ve Kürtleri kışkırtmaya çalışarak, Irak’taki Amerikan askerî varlığını ve Türkiye’deki Kürecik Üssü’nü kullanarak gerçekleştiriliyor. Benzer tablo Balkanlar’da da geçerli. Sırbistan’ın komşularının NATO üyesi olduğu yetmiyormuş gibi üstüne bir de NATO ve BM güçlerinin yıllardır halihazırda bulunduğu Bosna-Hersek ve Kosova da NATO’ya alınmak isteniyor. Yani Sırbistan da NATO kuşatması altında.

 

Bu yüzden düşman ortak iken 1934’te Balkan devletleriyle oluşturduğumuz Balkan Antantı, 1937’de başta İran olmak üzere Ortadoğu ülkeleriyle kurduğumuz Sadabat Paktı ve 1997’de yine Türkiye’nin girişimleriyle İran’ın da içinde olduğu Müslüman ülkeleriyle kurulan D-8 gibi kuruluşlar, yine önümüze bir ışık olmaktadır.

 

Macaristan ve Sırbistan gibi ülkelerle kurulacak yeni bir Balkan Antantı, hakeza D-8’in büyütülmesi ve Sadabat Paktı’nın aktive edilmesi böylesine kritik bir dönemde hayati önem taşımaktadır.

 

Yine 2003’te o zamanki adıyla İslâm Konferansı Örgütü olan İslâm İşbirliği Teşkilatı’na gözlemci üye olan Rusya’nın İİT’e tam üye olması da bu bağlamda oldukça önemlidir. Hakeza Filistin vesilesiyle aynı çizgide buluştuğumuz İspanya ile muhakkak saflar sıklaştırılmalıdır ki İspanya’nın da başı Katalonya meselesinden dolayı dertte iken Batı/Atlantik Bloku’nda bir gedik açma işi İspanya aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Skolastik düşünce dünyasının çözülme yaşadığı ilk ülke olmasını, bu vesileyle bir bakıma Rönesans’ın temellerinin İtalya’dan önce atıldığı ülke olmasını “farklılıklara rağmen bir arada barış içinde yaşama” ve skolastik çağda bilimsel eserlerin tercüme edildiği bir aydınlanma evresinin ortaya konduğu Endülüs modelini Emevî fetihleriyle kendisine hediye eden İslâm medeniyetine borçlu olan İspanya, bu borcunu tıpkı Rusya gibi İslâm dünyasıyla ortaklıklar kurarak ödeyebilir. İslâm ülkeleri de Rusya ile oluşturduğu ortaklık düzeyini İspanya ile de oluşturabilir.

 

Ezcümle böyle bir süreçte Türkiye dış politikada asla alternatifsiz değildir ve Rusya, İran, Çin, Macaristan, İspanya, Belarus ve Sırbistan gibi ülkelerle yapacağı işbirliklerinden de çok şey kazanacaktır.

 

Hele ki, Türkiye’nin olmadığı alternatif arayışlarının sürdüğü şu dönemde…

 

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —