Bugüne kadar Türklerin Müslüman oluşuyla ilgili çok kez tartışmalar yapılırken Türklerin Müslüman oluşu hep askeri ve siyasi süreçlere bağlanmaya çalışılmıştır.
Kimileri Türklerin İslâm’a geçişinde Talas Savaşı’nı milat gösterirken kimileri Türklerin kılıç zoruyla Müslüman olduğunu söyler.
Özellikle Emevilerin Maveraünnehir’de fethettiği yerlerdeki mevali politikalarından yeterince bahsedilmediğinden sıkça dem vurur bu kesim…
Halbuki eğitimcilikte 2,5 yılı dolduran bir tarih öğretmeni olarak bendeniz özellikle KPSS ve üniversite hazırlık kitaplarını incelerken Türklerin Müslüman oluşunu Emevilerin mevali politikalarının geciktirdiğine değinildiğini gördüm. Fakat Emevilerin Maveraünnehir’de fethettiği yerlerdeki mevali politikalarından yeterince bahsedilmediğinden sıkça dem vuran bu kesim Hazarlar ve Türgişler Orta Asya’da Emevilere karşı askeri direniş gösterirken Talkan, Derbent ve Cürcan mevkilerinde yaşananların üzerine basıla basıla anlatılmadığını savunur.
Dahası Emeviler Maveraünnehir’e girene kadar Türkler ve Araplar hiç temas etmemiş gibi konuşanlar var. Askeri temaslar dışında ticari temasların da olabileceği hesaba nedense katılmıyor.
Türk-Arap ilişkilerini ve Türklerin İslamlaşmasını Hz. Osman döneminde başlayıp Emevîlerin çöküşüne kadar süren savaşlara en kaba iplerle bağlamaktan bir türlü kurtulamadık gitti.
Halbuki çöl olan ve bu yüzden tarım yapılamayan Hicaz’da tek geçim kaynağı ticaretti. Araplarda bu sebepten ticaret çok gelişmişti. Aynı süreçte bozkır olan Orta Asya’da göçebe yaşayan Türkler, henüz yerleşik hayata geçmedikleri için o güne kadar tarım yapmamışlardı. Bu yüzden Türkler de ticareti çok iyi yapardı ki Türklerin ticarette en çok satım yaptıkları kalem demirdi. Gelgelelim Türkler demircilik alanında çok mahirdi ki Türklerin demircilikteki hünerlerini demirden dağın eritildiğinden bahsedildiği Ergenekon Destanı’ndan da anlamak mümkündür. Zaten biraz önceki satırımızda Türklerin en çok ticarette satım yaptıkları kalemin demir olduğunu belirttik ki Türklerin uzak coğrafyalara demir satmak ve üretmedikleri mallardan almak için gittikleri de artık kabul görmesi lazım gelen bir hakikattir.
Nitekim İslam tarihi konusunda güvenilir müverrihlerden olan Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi adlı eserine göre, Basra ve Bahreyn’de Arap tacirlerinin sık sık uğradıkları Muakkar ve Debâ ticaret panayırlarına İran, Hindistan ve Asya’dan insanlar katılırdı. Asya’dan gelip bu panayırlara katılan insanların ağırlıklı olarak Türk asıllı olduğunu anlamak mümkündür. Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin Basra ve Bahreyn’e ticarî seyahatte bulunduğunu bildirdiğini dikkate alırsak, daha o dönemde Türkler hakkında fikir sahibi olması normaldir.
Gelgelelim hadis kaynaklarında da Kubbetu’t Türkiyye (Türklerin Çadırı) olarak ifade edilen yuvarlak bir çadır mevcuttur ki, bu çadırın Peygamber-i Alişan Efendimiz tarafından kullanıldığını İbn Sâd, Taberi ve Buhari’nin aktarımlarından anlıyoruz.
9. yüzyılda yaşayan Müslim bin Haccac’ın Sıyam adındaki eserinde geçen şu ifadeler çok dikkat çekicidir: “Hz. Peygamber Ramazan ayının ilk on gününde itikâfa girerdi. Daha sonra girişinde hasır gerilmiş Türk çadırında Ramazanın ikinci on gününde itikâfa girdi. Hasırı eliyle kaldırdı kapıya doğru yürüdü ve başını çıkararak insanlarla konuştu.”
Öte yandan, Müslim’in Muhtasar adlı eserinde yer alan başka bir rivayete göre de, Hz. Muhammed, İstanbul’un fethedileceğini müjdelediği konuşmasını Kubbetu’t Türkiyye’nin gölgesinde dinlenirken yapmış olmalıdır.
Vâkıdî’nin Meğâzî eserinde ise, 627 yılında yapılan Hendek Savaşı’nda Hz. Muhammed’in Kubbetu’t Türkiyye kullandığı belirtilirken yine Tarih-i Taberî’nin II. cildinin 92. sayfasında Müslümanlar savaş öncesinde yaptıkları hendek kazımı esnasında büyük beyaz bir kayanın ortaya çıktığını ve sahabenin onu parçalamayı başaramaması üzerine Selman el-Fârisî’nin bu esnada Hendek kazılmasını denetlemek için kurdurulan Türk çadırında bulunan Hz. Peygamberin yanına giderek durumu haber verdiği bilgisi aktarılır.
Hatta yine Tarih-i Taberî’nin II. cildinin 487. sayfasında Hatîb el-Bağdadî, Süyûtî, Müttakî el-Hindî ve Gümüşhanevî’nin hadis olarak naklettikleri bir rivayet geçmektedir. Bu rivayete göre de, “Muhammed bin Müslim, Rasulullah (s.a.v.)’in şöyle dediğini nakletmiştir: Hıfz/muhafaza etme/koruma on kısıma ayrılmıştır. Bunun dokuzu Türklerde, biri diğer insanlardadır.”
Tüm bu ifadelerden Son Peygamberin Türklerle ilgili ileri derecede bilgi sahibi olduğu ve Türklere asla yabancı olmadığı anlaşılmaktadır ki zaten tam aksi bir durum olsaydı Peygamberin kullandığı çadıra “Türk Çadırı” denilmezdi.
Biraz önceki satırlarımızda da Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin Basra ve Bahreyn’e ticarî seyahatte bulunduğunu bildirdiğinden bahsetmiştik ki bu ticarî seyahatler vesilesiyle Hz. Peygamber’in Asya’dan gelen Türk asıllı tacirlerle yolunun kesiştiğini artık kesin olarak söyleyebiliriz. Elbette ki yalnızca Hz. Muhammed değil, Hicaz’dan gelen ne kadar ticaretle uğraşan insan varsa Türk asıllı tacirlerle ama ticarî seyahatler ama ticarî panayırlar vesilesiyle temas ettikleri artık su götürmeyen bir hakikattir ki yine biraz önceki satırlarımızda İslam tarihi konusunda güvenilir müverrihlerden olan Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi adlı eserinde Basra ve Bahreyn’de Arap tacirlerinin sık sık uğradıkları Muakkar ve Debâ ticaret panayırlarına İran, Hindistan ve Asya’dan insanların katıldığını belirttiğinden bahsetmiştik.
Yine Oğuzların Bozok kolundan olan Kayı Boyu’nun bir kolu, 500’lü yıllarda Ak Hun İmparatorluğu’nun egemenliği döneminde yaşayıp Ak Hunlar yıkılınca ticaret yolları üzerinden Mezopotamya ve Hicaz taraflarına göç edip Mekke’ye kadar ulaşmış ve buraya yerleşerek hayatını burada sürdürmeye başlamıştı. Mekke’de Süreyc kabilesini kuran Kayı asıllı bu zümre, atalarının kadim mesleği olan demircilik yaparak ürettiği kılıçlarla Mekke’ye damgasını vurmuştur. Bu kılıçlar da imalat işlerini yapan bu Süreyciler kabilesinden adını alarak ”Süreyciyyat” olarak ünlenmiştir. Bu kabile Arap tarihini anlatan pek çok kaynakta geçmiş olup, Arap tarihçileri Süreycilerden bahsederken ”Ubeydullah Türkü” diye söz eder. Çünkü Ubeydullah et-Türki, Süreyci kabilesinin önde gelen isimlerinden biri idi ve tabakt bilginlerinden olan Arap asıllı tarihçi Ebû’l Ferec el İsfahani, kaleme aldığı Kitabü’l-Egani adlı eserinde Süreycilerden bahsederek; “Ubeydullah’ın Atası Türk’tür” der. Bu eser, şu ana dek hiçbir İslam müverrihi tarafından Türkçe’ye tercüme edilmemiş olup halen daha Türkçe’ye tercüme edecek bir babayiğidin çıkmasını bekliyor. Bütün bunlara binaen Süreyciler, zaman içinde Mekke’de kalabalık bir sülaleye dönüşüp devasa seviyede kazandığı saygınlık ve itibar sayesinde Kâbe Kayyımlığı görevini, yani Kâbe’nin koruyuculuğunu üstlenmiştir. Bu görevi Hz. Muhammed Mekke’yi 630’da fethedinceye kadar sürdüren Türk asıllı Süreyci kabilesine reislik yapan Osman bin Talha, Kâbe’nin anahtarlarını Peygamber Efendimize teslim etmiştir. 630’daki fetihten sonra Mekke halkı Müslüman olurken Süreyci kabilesi de İslâm’a geçmiştir.
Arap tarihi kaynaklarının yanı sıra Türk tarihinin 4. ve 5. yüzyıllardaki demografik yapısıyla bunu teyit etmek mümkündür ki bu önemli bulguyu yaptığı çalışmalarla küller altından çıkaran zat, araştırmacı yazar Oktay Keleş olmuştur.
Ayrıca İslâm’ın ilk dönemlerindeki Türklerle ilgili araştırmalar yapan Doç. Dr. Ali Dadan, 2013 yılında hazırladığı “İslam Tarihi Kaynaklarında Türkler” adlı doktora tezinde de ticarî panayırlarda Orta Asya’da göçebe olmalarından dolayı çadır yapımında da mahir olan Türklere ait eşyaların, tabi ki en başta çadır olmak üzere Arapların eline ticaret yoluyla geçtiğini, bu ticari temasların Arap-Türk ilişkilerini başlattığını savunur.
Yani Türkler ve Araplar, ilk defa ticaret vesilesiyle, yani iktisadî etkenlerle temas halinde olmuşlardır ki bu temaslar da her ne kadar kitleler halinde olmasa da Türkler bu temaslar vesilesiyle İslâm’la ilk defa temas etme imkanı bulmuştur.
Peygamber vefât ettikten sonra İslâm Devleti’nde Raşidin Hilafeti dönemi başlamış, Hz. Ömer döneminde İran fethedilince halihazırda Orta Asya’da bulunan Türklerle Araplar, ilk defa aynı hudutları paylaşarak komşu haline gelmiştir. 656 yılında Hz. Osman’ın hilafeti döneminde Hazarların taarruza geçmesiyle Arap-Türk ilişkilerinde askerî aşama başlamıştır. 674 yılına gelindiğinde artık İslam Devleti’nde Raşidin Hilafeti dönemi biteli 13 yıl olmuş, Emevî Hilafeti dönemi başlamıştır. Bu dönemin ilk hâlifesi olan Muaviye bin Ebû Süfyan, 656’da İslam ordusunun yenilgisiyle son bulan ve Hazarların galip geldiği Belencer Muharebesi’nin öcünü almak için Horasan seferini başlatmış, Ubeydullah bin Ziyad’ı görevlendirmiştir. Buhara Kalesi kuşatmaya alınmasına rağmen alınamamış, fakat Buhara Hakimi Kibac Hatun barış istemiş, imzalanan antlaşma ile Buhara Hakimi yüklü bir para ödemeyi kabul etmiş, ayrıca 2000 muharip Türk savaşçı da Ubeydullah bin Ziyad tarafından Horasan’dan Irak’a getirilmiş ve Basra’ya yerleştirilmiştir. Bundan sonra da Arap orduları Horasan’a düzenlediği her seferde oradan savaşçı Türk birliklerini İslâm topraklarına getiriyor ve bunları İslâm ordusuna alıyordu.
Bir müddet sonra İslâm ordusuna alınan bu Maveraünnehir asıllı Türk askerleri her ne kadar anavatanlarında düzensiz bir konar-göçer hayatı yaşasalar da Horasan’da yıllarca askerî direnişler göstermiş, harpler yapmış tecrübeli savaşçılar oldukları için İslâm ordusunun öncü unsurları haline gelmiş, özellikle İslâm ordusunun düzenlediği Anadolu seferlerinde muazzam başarılar elde etmişlerdir. Özellikle Battal Gazi’nin emrinde Türk askerlerinin İslâm ordusunda altına imza attığı fetihler, günümüze kadar destanlara konu olagelmiştir ki Battal Gazi üzerine çekilen filmlerin de Türk halkı tarafından ne kadar sevildiği ve tutulduğu bilenlerin malumudur. Hal böyle olunca Horasan asıllı bu savaşçılara da İslâm Devleti tarafından büyük maaşlar bağlanmış, İslâm ordusunda paralı asker olmak adeta iktisadî açıdan elverişli bir hale dönüşmüştür. Hal böyle olunca İslâm ordusunda paralı asker olarak yer almak için İslâm’ı seçen Türk boyları olmuştur ki bu durum özellikle Abbâsîler döneminde ivme kazanmıştır. Özellikle Abbâsîler döneminde Türk menşeili paralı askerler için Mezopotamya’da “Samarra” adında, Anadolu’daki Bizans hududunda da “Avasım” adında askerî kentler kurulmuştur. Bu kentler İslâm topraklarının başkentten sonra en prestijli yerleriydi. Bu prestijli yerler, pek çok göçebe Türk savaşçıyı cezbedince bu imkanlar, Türk konar-göçerlerin iktisadî koşulları da göz önünde bulundurarak İslâm’ı seçmesinde etkili olmuştur. Yani başlangıçta Türk asıllı savaşçılar İslâm ordusu tarafından esir alınarak devşirilse de sonradan bu iş, Türkler açısından iktisadî bir avantaj görülmeye başlanmıştır. Aynı süreçte Peçenek ve Uz Türkleri de Bizans ordusunda paralı asker olarak yer alıyor ve Hristiyanlığı kabul ediyordu. Yani iktisadî etkenler önemli bir faktördü. Aynı şekilde Türklerin İslâm ordusunda asker olarak yer almasında da iktisadî nedenler çok büyük rol oynamaktadır.
Yani Türklerin İslamlaştırılması her ne kadar Ubeydullah bin Ziyad, Kuteybe bin Müslim ve Haccac bin Yusuf gibi isimlerin Maveraünnehir’deki icraatlarına en kaba iplerle bağlanmaya çalışılsa da esasında Türklerin İslamlaşmasında iktisadî etkenler daha büyük pay sahibidir.
Türk asıllı savaşçıların Emevîler tarafından esir alınarak devşirilmesiyle başlayan süreç, Türk asıllı savaşçıların İslâm ordusunun öncü kuvveti haline gelmesine evrilirken Abbâsîler döneminde ise İslâm ordusunda paralı asker olarak yer almak için, yani iktisadî gerekçelerden ötürü İslâm’a geçişlerin olduğu süreç de Türk-Arap ilişkilerinde ve Türklerin İslamlaşmasında ikinci süreçtir.
Türklerin İslamlaşmasının kitlesel bir hale geldiği Türk-Arap ilişkilerinin ve Türklerin İslamlaşmasının üçüncü ve son aşamasını inceleyecek olursak sonradan Cafer bin Abdullah adını alacak olan İtil Bulgar Kağanı Almış Han, hakeza yine adını Abdülkerim olarak değiştirecek olan Karahanlı Hükümdarı Satuk Buğra Han ve 13. yüzyılda Altın Orda Hükümdarı olan Berke Han da bulundukları devirde yönettikleri ve halihazırda ticaret yollarını denetim alma rotasında olan zamanın güçlü aktörleri haline gelmiş olan devletlerini daha da büyütme ve zenginleştirme hedefleri doğrultusunda o zamanın Çağdaş Uygarlığı olan İslam Uygarlığı’nda yer almanın hayati derecede önem taşıdığını bildikleri için o yolu tercih ettiler. Zaten Türklerin İslamlaşmasının kitlesel bir hale büründüğü 8. ve 10. yüzyıllara mercek tutacak olursak, Türkler o süreçte özel mülkiyetin ve ticaretin geliştiği toplumların başını çekiyordu. Üstelik bu durum sadece Türklerde geçerli olan bir durum da değildi. İslâm, o süreçte özel mülkiyetin ve ticaretin geliştiği her toplumda revaçtaydı.
Sonuç olarak Türklerin İslamlaşmasında iktisadî sebepler, askerî sebeplerden daha fazla rol oynamıştır ki Türklerin Araplarla ve İslâm’la ilk teması da Emevîlerle veya Abbâsîlerle başlamamış olup, ilişkilerin kökeni Asr-ı Saadet zamanındaki ticarî temaslara değin uzanmaktadır. Artık resmî tarih de bu gerçeği göz önünde bulundurmalıdır.




