KÜLTÜR SANAT

KÜLTÜR SANAT Haberleri

Sabır nedir bilir misiniz?

Sabır nedir bilir misiniz?

Bir saatlik toplantı süresinin sabrını idrak edemeyenlerden, Doğan Hocanın yıllar süren sabrını değerlendirmesini bekliyoruz iyi mi?

Sabır nedir bilir misiniz? özel / yorum / haber

Ara ara yazılarımda, şahsıma ait bir pencereden bahseder dururum.

Canım her sıkıldığında o pencerenin önüne gider, oturur ve elime bir bardak muhabbet deminde harlanmış çayımı alır ve şöyle bir geçmişle birlikte geleceği gözlemlerim.

Tabii ki bu gözlemi yaparken de, yudumladığım çayın sıcaklığının samimiyetinde de, gördüklerimi kaleme alırım.

Ve ne yazıktır ki, yine canım sıkkın ve yine penceremin önündeyim.

Henüz birkaç ay geçmesine rağmen, üzülerek belirtmek isterim ki; 2025, bana hiç ama hiç iyi gelmedi diyenlerdenim.

Öyle ki; adım atılması kaçınılmaz ve ciddi olarak zaruri olan, gerçek anlamda olumsuz sebeplerden dolayı çok gecikme yaşayan kentsel dönüşüm adı altında yıkılan evlerin, yıkılan iş yerlerinin ve yıkılan mahallelerimizin bir bir yok olmasıyla birlikte, asıl yok edilenlerin kadim bir şehrin ta kendisi olduğunu da, üzülerek belirtmek isterim ki; derinden hissedenlerdenim.

 

Elbette yarınlarımızın daha huzurlu ve daha sağlıklı olması için atılan adımlardır bunlar. 

Ve ne yazıktır ki asırlardır bizimle birlikte yaşayan deprem gerçeğinin, getirmiş olduğu sahte birikimlerimizin su yüzüne çıkış şekillerinden sadece birisidir bu. 

Onun da bilincindeyim,

Ama yine de bu şekilde olmasını kabullenemiyorum.

Nasıl kabul edeyim ki?

Göz göre göre;

Komşuluklarımız yok oldu. 

Tarihimiz, bilhassa mahalle kültürümüz yok oldu.

Bayram kültürümüz, Cuma muhabbetimiz, daha geçenlerde uğurladığımız Ramazan ayının muhabbeti yok oldu.

Cami kültürümüz yok oldu.

Arkadaşlıklarımız, dostluklarımız ve sevdalarımız yok oldu.

Yok olanların tamamını menfaat etiketi karşılığında vermedik mi bir yerlere! 

Daha iyi bir betonda oturacağız diye tabutumuzun altına girecek olanları uğurladık bir bir, bilinmez meçhullere. 

Zaten çoğusu da, küskün veya mecbur olarak çıkıp gitti bu şehirden.

Farkına varamadınız değil mi? Ondandır her geçen gün eridiğimiz.

 

 

Heyhat!

Değil mi ki bayramlarda kimseler çalmaz olmuş artık kapımızı. Ne acıdır ki bir “bip” sesine sığdırmışız hayaller dolu muhabbetlerimizi.

Zaten mendillerde satılmıyor artık, yok olmamak için inadına direnen birkaç tane kalan hatıra kokan mahalle bakkalında. 

Hem kim alacak ki? Boşuna rafta çürütmenin anlamı ne ki?

Sanki mendil arasında verilecek harçlık zihniyet mi kaldı hayatımızda, ya da yanı başımızda o mendile layık birileri mi? 

 

 

Çayım soğumaya başladı farkındayım, istemeden de olsa yarım bırakıyorum Arafta kalmış hayallerimi ve mutfağa yöneliyorum, buharı tüten demliğime doğru. Yeni bir bardak muhabbet, yeni bir umuda kulaç atmalar başlıyor yalnızlıkların penceresinde. 

Yolunda gitmeyen, çözemediğim bir şeyler var.

Bugün pencerem de boğdu ben garibi. 

Dar attım kendimi dışarı. 

Ya sıkıntılı bir gün bekliyor beni, ya da bayramlara dair başka bir anı. 

 

      

İfadesinde zorlandığım şehrimin bana yabancı olan sokaklarında gezinmeye başlıyorum. Tanıdık bir yüz, aşina bir ses arıyorum, yalnızlık okyanusunun dip noktasında vurgun yemiş gibiyim, nefes almak bir yana çırpındıkça yabancılık çektiğim kaldırımlarda yok olur gibiyim. 

Tanıdık bir sesle nefes almak için, “ne olur birisi bana selam versin” dercesine…

 

 

Kadim şehrimin, kadim şahidi olan Ulu Camiden içeri giriyorum. İçerisindeki hayat beliriyor gözümün önünde, ne güzel günlerdi diye düşünürken karanlık ve loş bir vaziyette vaktini bekleyen buz gibi soğumuş taş duvarların yardım isteyen çığlıkları yankılandı kulaklarımda.

Ne garip değil mi, yalnızlıktan kurtulmak için can atarak adım attığım yerde; koskocaman bir tarihin yalnızlığına balıklama dalmışım iyi mi?

 

 

Birilerinin kıskançlığının ve birilerinin angarya olarak baktığı kibir gözünün mesafesinde kalan ve maket dahi olsa; Kâbe-i Muazzama, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa’nın yanlızlığa terk edilmiş hallerine ve ışıklarının sönük durumlarına üzülüyorum şimdi. Başka şehirlerde olsa el üstünde tutulacak olan değerlerin, tarihin merkezinde ki bu yalnızlıklarına bizde mecburen sessiz kalıyoruz vesselam…

Can sıkıntısından birden aklıma bu maketlere el atan üstad geliyor aklıma. 

Doğan hocam.

Yani soyadıyla müsemma olarak yaşayan ve o soyadı birileri gibi sonradan ve proje amaçlı değil, gerçek anlamda atadan / deden alan ve geçmişine layık olarak hak eden Doğan Hocam…  

 

 

Sanki de yanı başımdaymış gibi bir paket içilmeyen sigara parasına taahhüt edilmiş heveslerin bir bir şekil almasını gözlemliyorum. Tıpkı 1800 lü yıllardaki şehrimin, hem de kendi toprağıyla birebir sabır ve büyük bir aşk ile nakşedildiği gibi. Kâh TBMM de bir şehrin maketle tanıtımı yapılan ilk sergisiyle, kâh rahmetli Erkal’ın tüm randevularını iptal ettirerek, üç gün boyunca eşliğindeki İstanbul miniatürkünde olduğu gibi. 

Bu nasıl bir sevda diyorum, 

Ama 

Kimin umurunda ki?

Nasıl olsa, bizden değil zihniyetinin hâkim olduğu ve çay ocağı olarak işletilen, bir kadın kooperatifi kadar değer biçilmediği bir yerde. 

Kimin umurunda ki?

Üç-beş maket!

Tıpkı sözüm ona yenisi yapılacak diye yıkılan üç-beş ev gibi. 

Yıkılan üç-beş mahalle gibi…

Adı unutulan.

Ve 

Kimin umurunda ki? 

 

     

Doğan Hocanın gecesini gündüzüne katarak ve hatta çocuklarını dahi ihmal ederek bu şehri maketlere sığdırmaya çalışması.

Hem de kimselerden, altını özellikle çizerek belirtmek istiyorum kimselerden; bilhassa maddi ve çoğu zamanda manevi bir destek dahi almadan…

Kendi yalnızlığında, bir başına ve kendi imkânlarıyla…

Madem yâdımıza düştü, yanına gidelim o zaman diyerekten ağır ağır yollandık, kimselerin bilhassa bürokratlarımızın bilmediği “sanat evi” ne doğru. Zili çaldığımızda sanki de bekleniyormuşuzcasına hemen açıldı kapımız. 

 

     

Merdivenlerden yukarı doğru çıkarken, yüzümüze vuran tarih kokan anıların sıcaklığında girdik içeri. Başka bir âlem, başka bir mekân olarak ağzımız açıkta kaldı.

Çocukluğum geldi hemen aklıma. 

Rahmetli halamların karanlık bir koridorun sonunda birden bire aydınlanan ocak başındaki tandırının kokusunu duydum sanki ve burun kemiklerimin derinden sızladığını hissettim. 

Yanan sobadan salona yayılan kartol közlemesinin derin kokusu birden bire sabah bu yana olan açlığımı depreştirdi.

Sımsıcak yanan bir soba, üzerinde para ile satın alamayacağınız bir muhabbetin demiyle içime hazırlanan çay ve közlenmiş kartol. Lavaş ekmeğin arasında biraz da göğermiş peynir.

Ve 

Karşımda duran 1800 lü yılların Erzurum çalışması…

 

 

Hemen yanı başımda var olan maketlere bakıyorum. Erzurum Evleri, köprüleri, çeşmeleri, hamamları, tarihin kokusu olan hemen her şeyin maketini yapmış Doğan Hocam. Bin bir sabrın kulacında, kimselerin dedikodusuna bulaşmadan ve kendi hayal dünyasının bağrında yaşamış hep. 

Sporculuğu, idareciliği, teknik ressamlığı ise gerçek bir Erzurum Beyefendiliğinin aksesuarları olmuş yanında. 

Hakiki bir Dadaş, gerçek bir Erzurum’lu ve bu topraklara sevdalı bir âşık…

 

Bu salonu gördükten sonra bu şehirde nelerin yok edildiğinin ve nelerin yıkıntıların, molozların altında bırakıldığının farkına işte o zaman varıyorsunuz!

Erzurum’u yeniden yaşamak, Erzurum’u yeniden görmek için; hatta ve hatta yeniden hayat bulup, tanıdık bir sese olan ihtiyacınız karşılamak için sadece bu salonda biraz oturmanız yeterli.

Üstadın kapısı, yolunu bilen ve zilini çalan herkese açık!

İşte şimdi daha bir üzüldüm desem yeridir.

Sen kalk; hiç bir derdin yokmuş gibi ömrü hayatın boyunca doğup büyüdüğün ve varlığı için hemen her fırsatta ruhunu dahi emektar eylediğin şehrinde, yalnızlığının ve unutulmuşluğunun körüğünde harlan…  

Doğan Hattatoğlu; başka bir şehirde, sanatçı ve sanatkâr olarak bulunduğu yere değer katabilecekken, kendi öz memleketinde kirasını cebinden ödeyerek memleketinin bedavadan reklamını yapıyor. 

Bize göre birileri de; gözümüzün önünde ve değişik isimlerle bu şehrin değerleri üzerinden, bu şehire ait maddi ve manevi değerler üzerinden, hem de değer bile vermeden sözüm ona STK adı altında cebini doldurup, çiftlik hayatı sürüyor!

 

 

Ne de kolay adam harcarsın sen memleketim!

Bir saatlik toplantı süresinin sabrını idrak edemeyenlerden, Doğan Hocanın yıllar süren sabrını değerlendirmesini bekliyoruz iyi mi?

Hadi bakalım!   

 

 

Gerisinde ne mi oldu? 

Onu da bir zahmet gidin ve Doğan Hocanın sobada sizi bekleyen muhabbet deminde harlanmış çayının yudumlarında öğrenin…

Her şeyi de bizden beklemeyin ama…



Haber Editörü

Vedat Kan

vedudi25@gmail.com
Yorumlar (0)

GÜNDEM

Haberi Sesli Oku