Eskiler boşuna dememiş: “Kişi kendini bilmeyince, düşmanını tanısa ne yazar?”
Bizim memlekette aynalar çok, bakan da çok ama kendini gören yok. Herkes başkasının yüzündeki kiri sayıyor, kendi alnındaki lekeyi mendille örtüyor. Utanma desen nostaljik eşya olmuş; sandıkta duruyor, özel günlerde çıkarılıyor, sonra tekrar kilitleniyor.
Bugün herkes haklı. Herkes mağdur. Herkes dürüst. Ama nedense ortalık yalancıyla, üçkâğıtçıyla, arsızla dolu. Bu nasıl iştir? Hani eskiler der ya: “Bu kadar yoğurdun içine bu kadar kara sinek nereden girdi?”
Demek ki sinek dışarıdan gelmedi, yoğurt zaten bozuktu.
Bir zamanlar ayıp diye bir kelime vardı. Şimdi ayıp, yalnızca yakalanınca ayıp. Yakalanmazsan “iş bitirici”, “kurnaz”, “akıllı adam” oluyorsun. Eskiden hırsızlığa “haram” derlerdi, şimdi “fırsat”. Yalana “günah” denirdi, şimdi “iletişim stratejisi”. Eskiler “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” derdi; biz işi büyüttük, doğruyu söyleyeni memleketten soğuttuk.
Aynaya bakıp kendini beğenmek kolay. Ama aynaya bakıp kendini sorgulamak ağır iştir. Kimse yük istemiyor artık. Herkes hafif, herkes konforlu. Vicdan ağır geliyor, onun yerine sessizlik tercih ediliyor. Çünkü sessizlik bedava, vicdan pahalı.
Eskiden büyükler, “Oğlum, kızım, el âlem ne der?” diye uyarırdı. Şimdi el âlem konuşsa da kimsenin umurunda değil. Hatta konuşmazsa bozuluyorlar. Görünmek istiyorlar ama olmak istemiyorlar. Çünkü olmak emek ister, görünmek filtreyle olur.
Bakıyoruz; sosyal medyada ahlak dersi verenler, gerçek hayatta ahlak sınavından sınıfta kalmış. Adalet isteyenlerin terazisi evde bozuk. Kul hakkı diye bağıranlar, ilk fırsatta sıraya kaynak yapıyor. Eskiler demiş ki: “Söz gümüşse, sükût altındır.”
Biz onu da ters çevirdik. Söz çöp oldu, sükût suç.
Herkes birbirine kızgın ama kimse kendine kızgın değil. Herkes sistemi eleştiriyor ama sistemin parçası olmaktan da gurur duyuyor. Çünkü işine geliyor. Çünkü düzen bozuk ama bozuk düzenden faydalanmak daha cazip. Atalar boşuna dememiş: “Bal tutan parmağını yalar.”
Biz balı kavanozla götürüp hâlâ masumuz diyoruz.
Bir toplum, aynaya bakmayı bırakıp vitrinde yaşamaya başlarsa çürüme hızlanır. Vitrin parlaktır ama içi boştur. İç dolu olmayınca dış cilayla ayakta kalırsın. O da ilk yağmurda akar. Eskiler “İçi boş teneke çok ses çıkarır” derdi; bugünün gürültüsü de oradan geliyor zaten.
Kimse kusur duymak istemiyor. Kusur deyince alınan, eleştiri deyince saldıran bir kalabalık var. Hâlbuki eskiden “Dost acı söyler” diye öğretilirdi. Şimdi acı söyleyen düşman, yalakalık yapan dost.
En tehlikelisi de şu: Yanlış normalleşti. Yanlış övülüyor, doğru alaya alınıyor. Doğruyu savunan “enayi”, yanlışı beceren “kurt”. Böyle toplumlar ayakta kalmaz; sadece oyalanır. Eskiler demiş: “Eğri otur, doğru konuş.”
Biz artık eğri oturup eğri konuşuyoruz, sonra da neden belimiz tutuldu diye şikâyet ediyoruz.
Bu yazı kimseyi hedef almıyor; tam tersine herkesi hedef alıyor. Çünkü sorun “onlar” değil, biz. Aynaya bakıp başkasını görmekten vazgeçmediğimiz sürece bu düzen değişmez.
Unutmayalım: Ayna yalan söylemez ama bakan göz yalanı sever.
Ve son söz eskilerden gelsin, bugüne tokat gibi düşsün:
“İnsan kendini bilmezse, ilmi neye yarar?”
Biz kendimizi bilmeden konuşmaya devam edersek, bu gürültüden hakikat çıkmaz. Sadece yankı çıkar.