Burhan Uçaner
Dostlar, bir kavram vardır ki, son 50 yılın neredeyse her büyük krizinin arka planında sessizce durur: Şok Doktrini. Naomi Klein’in 2007’de yayımladığı aynı adlı kitabı okuduğunuzda, dünyanın en kanlı, en yıkıcı olaylarının tesadüf olmadığını, hatta bazen bilinçli olarak kullanıldığını görürsünüz. Bu bir komplo teorisi değil; belgeli, isimleri, tarihleri, rakamlarıyla ortaya konmuş bir strateji. Kısaca özeti şu: İnsanlar şok içindeyken, korku ve kafa karışıklığı zirvedeyken, normalde asla kabul etmeyecekleri radikal ekonomik ve siyasi değişiklikler, jet hızıyla hayata geçirilir. Halkın direnci kırılmıştır, medya susturulmuştur, muhalefet ya hapistedir ya da şaşkın. İşte o an, neoliberalizmin en sert reçeteleri zorla yutturulur.
Bu fikrin kökü, 1950’lerde Kanada’da psikiyatrist Ewen Cameron’ın CIA destekli deneylerine uzanır. Cameron, hastaların kişiliğini tamamen silmek için elektroşok, uyku terapisi, halüsinojenler kullanıyordu. Amaç, “temiz bir sayfa” yaratmaktı. Milton Friedman ve Chicago Okulu iktisatçıları bu metaforu ekonomi alanına taşıdı: Bir toplumun kolektif hafızasını, sosyal güvenlik sistemini, devlet mülkiyetini, sendikalarını yok etmek için önce ona çok büyük bir şok vermeliydiniz. Sonra, boşalan alana “serbest piyasa”nın kutsal üçlüsünü yerleştirecektiniz: özelleştirme, deregülasyon, sosyal harcamalarda kesinti.
Şili, 11 Eylül 1973. Allende’nin seçilmiş hükümeti CIA destekli darbeyle devriliyor. Pinochet sarayı bombalarken, stadyumlar toplama kampına dönüşürken, Chicago Boys denilen Friedman’ın Şilili öğrencileri çoktan hazırdır. Ülke henüz kan içinde yüzerken, devlet şirketleri bir gecede satılır, emeklilik sistemi bireyselleştirilir, sendikalar yasaklanır, grevler kurşunla bastırılır. Şili, neoliberalizmin ilk laboratuvarı olur. Yıllar sonra Pinochet’nin ekonomi bakanı şöyle diyecektir: “Bizim yaptığımız devrim, silahların sustuğu gün başladı.”
Arjantin, 1976. Yine askeri darbe. Yine stadyumlarda işkence. Yine aynı reçete: 24 Mart darbesinden sadece üç hafta sonra, ekonomi bakanı José Alfredo Martínez de Hoz, IMF’yle anlaşma imzalıyor. Borç patlıyor, fabrikalar kapanıyor, işsizlik yüzde 30’lara fırlıyor. 2001’de ülke batınca, insanlar “Bizi 25 yıl önce batırdılar, şimdi sadece faturayı ödetiyorlar” diye isyan edecekti.
Irak, 2003. “Şok ve Dehşet” operasyonuyla Bağdat yerle bir edilirken, Koalisyon Geçici Otoritesi’nin başı Paul Bremer, 100 emir çıkarır. 100. Emir, Irak’ın tüm devlet şirketlerini yabancılara açar. 1920’den beri Irak’ta yabancı şirketlerin yapamadığını, Amerikan ordusu 2003’te üç haftada yapar. 500 bin kamu çalışanı bir gecede işten atılır, ordusu dağıtılır. Ülke kaosa gömülürken Halliburton, Bechtel, Blackwater milyarlar kazanır. Klein’in tabiriyle, “Irak’ta savaş bittiğinde, asıl savaş başladı.”
Katrina Kasırgası, 2005. New Orleans sular altında. İnsanlar çatılara sığınmış, cesetler yüzüyor. Milton Friedman 93 yaşında, ölmeden birkaç ay önce Wall Street Journal’a yazıyor: “Bu bir felaket değil, bir fırsattır.” Ve fırsat kullanılır: Kamu okulları kapatılır, yerine charter okullar açılır. Öğretmen sendikası fiilen yok edilir. Sosyal konutlar yıkılır, yerlerine lüks siteler yapılır. Yoksul siyah nüfus şehri terk etmek zorunda kalır. New Orleans, “felaket sonrası temizlik” operasyonunun en çıplak örneği olur.
Asya Finans Krizi, 1997. Tayland, Endonezya, Güney Kore bir gecede çökertilir. IMF gelir, “kurtarma” paketleri sunar. Şart: Kamu varlıklarını yabancılara yok pahasına satın, sosyal harcamaları kesin, iş yasalarını esnetin. Endonezya’da Suharto rejimi bu şartları kabul ederken sokaklar kan gölüne döner. 32 yıllık diktatörlük, IMF reçetesini uygularken devrilir. Ama yerine gelen de aynı reçeteyi uygulamaya devam eder.
Sri Lanka, 2004 tsunamisi. Dalgalar kıyıları yuttuktan sonra, balıkçı köyleri turizm şirketlerine peşkeş çekilir. “Yeniden inşa” adı altında, halkın denize erişimi yasaklanır. Oteller yükselir, balıkçılar karın tokluğuna otel işçisi yapılır.
Ve tabii ki COVID-19. 2020-2022 arası. Dünya eve kapanmış, milyonlar ölüyor, sağlık sistemi çökmüş. Tam o sırada, birçok ülkede şu olur: Eğitim online platformlara devredilir (Zoom, Google, Microsoft servet kazanır), sağlıkta telemedicine özelleştirilir, kamu hastaneleri yük altında ezilirken özel hastaneler rekor kar açıklar. İşten çıkarmalar “uzaktan çalışma” adı altında normalleşir. Amazon, 2020’de 100 milyar doların üstünde ekstra kar yazar. Pandemi şoku, dijital gözetim toplumunu da hızlandırır: Sağlık pasaportları, QR kodları, takip uygulamaları… Hepsi bir gecede “zorunlu” olur.
Türkiye’de de izleri görülüyor. 2001 krizi sonrası IMF programı, bankaların, fabrikaların, limanların satışı… 2018 döviz şoku sonrası varlık fonu hamleleri… 2023 depremi sonrası “yeniden inşa” adı altında Kanal İstanbul gibi projelerin gündeme gelmesi… Her büyük sarsıntı, birilerinin “fırsat” olarak gördüğü bir boşluk yaratıyor.
Şok Doktrini bize şunu öğretiyor: Krizler kaçınılmazdır, ama krizden kimlerin kazançlı çıkacağı tesadüf değildir. Eğer halk örgütlü değilse, medya eleştirel değilse, muhalefet şaşkınsa, o boşluk her zaman aynı eller tarafından doldurulur. Klein’in son cümlesi hâlâ kulaklarda çınlıyor: “Tek gerçek şok, bizim uyanık kalmamızdır.”
Dostlar, bir sonraki büyük sarsıntıda hatırlayın: Şok geçiren sadece halk olmaz. Şoktan kâr edenler, çok önceden hazır olanlardır. Uyanık olalım ki, bir dahaki sefere şok doktrini değil, halkın doktrini yazılsın.